Yeni yılın son günleri...
Yaklaşık bir yılın ardından, (Belki de daha fazla) Heykel'deyim, buldumcuk olmuş vaziyette.
Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği caaaanım Heykel... Betonarme Android Nilüfer'de yaşayan bahtsız bir fani olarak nasıl sevindirik olmuşum anlatamam. Utanmasam sekeceğim sevincimden.
Alakalı alakasız neredeyse tüm mağazalara giriyorum. Bizim yaşadığımız android muhitle kıyaslandığında tam tamına yarı yarıya ve hatta kimi zaman üçte bir oranına kadar düşük olan fiyatları gördükçe coşuyorum. Coştukça bir mağazadan diğerine koşuyorum.
Kendime tıpkı eski günlerdeki gibi kestane alıyorum. (Ama bu kez bildiğin hediye kabilinden.) Kestaneci nasıl şeker bir adam, nasıl insan bir esnaf... "Abla bunlar da benden olsun" derken, fazladan üç tane daha kestane koyuyor kese kağıdının içine.
Şartların bambaşka olduğu başka bir zamanda, başka bir kente hatta başka bir ülkeye gitmiş gibiyim. Sevincimden ağlamak istiyorum. (O denli...) O gazla daldığım ilk mağazadan kızlara bir sürü yeni yıl temalı çorap alıyorum. Sonra, yandaki mağazaya girip bir dünya başka şey... Para çok olduğundan falan değil. Edirne'de cozutan Bulgarlar gibiyim.
Kestanelerimi yiyerekten bir butiğe giriyorum. (İnsan hayatında ilk kez karşılaştığı bir insanla ne ara böyle bir konuyu konuşur hale gelir? Harbiden bilemiyorum. Farkında değilim. Hatırlamıyorum.) Meğer, butiğin sahibi kadının da troidi varmış ve insülin direnci... O da, tıpkı benim gibi su içse yarıyormuş. (Ama artık kestaneleri ikimiz götürüyoruz. O da ayrı konu.) O sohbetin de hakkını son derece şuursuz bir şekilde verdikten sonra, içimden bi ses, "daha fazla şeyini çıkarma!" Deyince, arabamı almak üzere katlı otoparka doğru paşa paşa yöneliyorum.
Ki, o da ne?
Nalbantoğu'ndaki seyyar bir çiçekçide salınan muhteşem kokinalar (yeni yıl çiçekleri) çeliyor aklımı. Tam çiçekçiye seslenecekken, eskilerden çağrışımlı bir davudi ses giriyor devreye: "Bu hanfendiye şöyle şunlardan-iyilerinden verin."
Kim ki bu? Diye kafamı kaldırıyorum...
Mazideki hitabımla, Yüksel Abi...
Geçen tuhaf yılların ardından, karşılıklı görülen lüzum üzerine ise Yüksel Baysal...
Nasıl davransak? Diye bi kalıyoruz ikimizde. Eskisi gibi mi davranalım?
Yeni koşullardaki gibi mi olalım? Ne halt edelim?..
Çiçekçinin tam yanı, şirin bir çay ocağı. Çay ocağının sahibi de, Yüksel Baysal'ın arkadaşı...
O mu bana, ilk olarak "gel bi çay içelim?" mi diyor. Yoksa, ben mi O'na, "hadi bana bi çay söyle" mi diyorum. Harbiden hatırlamıyorum.
Oturup o çay ocağında çay içiyoruz, birbirimize laf sokarak. O güzelim çayı laf sokarak içiyoruz. Çünkü her ikimiz de güncellenmiş, günün şartlarına dönmüşüz. Ve fakat, herkes son derece dikkatli. Ya da aslında, Yüksel Abi son derece dikkatli.
...De, ben daha fütursuz... Daha tozutuk. Daha dikenli. Arada, Genel Yayın Yönetmeni Cennet Cankılıç arıyor Yüksel Abi'yi, bir şeyler diyor. Sessizce anlaşıyoruz. "Aman duymasın..." (Bilmesin bir arada olduğumuzu...) Aslında benim için hava hoş... Ancak, Yüksel Abi, öyle ister diye uyarınca davranıyorum. Cennet'le konuşması bitip, karşılıklı salvolar da tat verince, sohbet bam teline geliyor.
"Sen daima Alinur Aktaş'ın yanında yer aldın. Olacak iş mi?"
Diyerek, (kendince) ilk büyük çuvaldızı o batırıyor! ("Sen ki, solcuydun. AK Partili Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş ne alaka?" Diyor özetle...)
.......????
"Nasıl yani?" Diye çevirirken topu. Madem öyle, "Gel o vakit" diye, kendi ceza sahama gelsin diye... O'na büyük alan açıyorum.
"Ne demek, nasıl yani?" diye davudi sesiyle abanıyor elindeki çuvaldızla. Kesmedi zira. Daha çok batırıp çıkaracak, daha çok acıtacak.
Olsun... Şerbetliyim ben.
Gel sen... Tam da istediğim o yere gel.
"Çok net soruyorum oysa Yüksel Abi... Nasıl Yani?"
***
"Yahu sen değil misin yıllardır, sürekli Alinur Aktaş yazıları yazan..." (Ve geliyor... Tıpkı diğerleri gibi, tıpkı sanrılara adanmış, gerçeklik duygusuyla vedalaşmış diğerleri gibi...)
İtiraf ediyorum ki, buradan sonrası, en çok mesleki açıdan çok keyifli.
"Ben?.." Diyorum salağa yatarak. (E hak etti artık...)
"Durmadan Alinur Aktaş yazıları yazıyorum?.."
"Evvett" Diyor, kendinde emin.
"Gerçekten mi?.."
"E tabii... Ben değil, herkes biliyor!"
"Neyi biliyor herkes?.."
"Senin Alinur Aktaş'ı öven yazılarını!"
......???????
***
Tam da bu noktada bi es veriyorum, bilmem kaçıncı çaylar gelmişken...
Kaç oktava çıkayım? Çıkayım mı, belli ki adamın ısmarlayacağı çayları içerken?..
"Gerçekten çok mu övdüm Alinur Aktaş'ı yazılarımda?" diye soruyorum, nedamet getirmeye hazır insanların ezik olmasına gayret ettiği ses tonuyla?
Muadilleri gibi kesin ve emin bir ses tonuyla yanıtlıyor:
"Hem de kaç kere! Yakışıyor mu sana?.."
***
Vay vay vay vay...
Yüksel Abi'yle, O'nun elindeki çuvaldızı, etime, canıma, böğrüme, kalemime batıra çıkara yaptığı sanrısal ve irrasyonel konuşması karşısındaki normal-stabil seyir şöyle olurdu.
Ben, "Yahu bi gidin"in çok daha hard bir versiyonuyla, en iyi ihtimalle masadan kalkardım. (O da masayı devirmek yerine kalkmayı tercih etmişsem şayet.)
Ve gerisi gelirdi. (Rutin seyir böyledir zira...)
Ve şöyle derdim yine en kibar ifade biçimimle:
"FETÖ uçağından henüz inmiş halinizle, bir MÜTEAHHİT medyasında (üstelik) patronunuz olan müteahhidin betonlarını överekten, kentsel-RANTSAL dönüşümüyle kıvanaraktan, AK Partili eski Bakan Faruk Çelik'e bayılan, koruyan, kollayan, fanı olan, sabah akşam methiye düzen realitenizle...
Bana solu sen anlatacaksan şayet... Ben yerim öyle solu!" diye o masayı devirirdim.
Devirmedim. Zira tam da o sırada, Yüksel Baysal'ın, hem adanmış, hem inanmış, hem de kriterlerin babası rolüyle uzaklara bakaşındaki hüznü gördüm.
***
Hafazanallah...
Ben saatlerdir kolpa çeviriyorum. Ben saatlerdir onu kendi ceza sahama çekip, hakkından gelmek için (bir nevi) tuzak kuruyorum.
Ancak O, samimi bir Pavel edasıyla, Gorki ayarında üstelik, baya baya hüzünlü gözlerle uzaklara bakıyor.
Ve kendisi o haldeyken, beni anlattığı gibi görüyor.
***
Gereğini ağzıma geldiği haliyle, layığıyla söyledim. Ancak, kıyamadım masayı devirmeye.
İlk kez, haksızlığa ve iftiraya uğradığım bir ortamı yıkıp geçemedim. (Ki, bu noktada hiç frenim yoktur.)
Yüksel Abi'nin (Baysal...) o uzaklara bakışındaki bir damara takılıp kaldım. İnanıyor zaar... Öyle böyle değil. Adamın öyle bir bakışı var ki uzaklara... Gerçekten söylediklerine inanıyor.
***
Oysa, hakikat tam tamına şöyle: (Tüm dijital veri ve arşivler dibine kadar açıktır. Her türlü arayın, her türlü bakın, sorgulayın...)
Ahir ömrümde, Alinur Aktaş için, Alinur Aktaş hakkında...
Tek bir tane...
Ama tek bir tane...
İlaç niyetine tek bir tane, öven yazımı bulun???
O da yetmez.
Aktaş'tan sitayişle bahsettiğim tek bir yazımı bulun???
Ya da...
"Ne iyi oldu da seçildi" dediğim...
Ya da...
"İyi ki seçildi" dediğim...
Tek bir yazımı bulun.
El arttırıyorum.
Yazıları da geçtim. Alinur Aktaş'ı öven, tek bir satır sosyal medya paylaşımımı bulun mesela...
Başta Yüksel Baysal olmak üzere, benzer sanrılardaki herkesden özür dileyeceğim.
***
Oysa mevzu şu:
Ben şu hayatta tek bir satırla dahi Alinur Aktaş yazmadım, övmedim!
Ancak, patronlarınızın çıkarları gereği destek verdiklerinin ne .al olduğunu çok yazdım, çok anlattım.
Hayatım boyunca, Alinur Aktaş hakkında sitayişle bahsettiğim tek satırı bulamazsınız. Ancak, rakiplerinin neyin peşinde olduğunu çok yazdım.
Kentin rantının peşindeki müteahhit tayfaya ve onları destekleyen rant derdindeki müteahhit patronlarınıza çok meydan okudum.
***
Misal...
AK Partili eski Bakan Faruk Çelik hakkında birçok meslektaşım gıyabında atıp tuttu!
Yok, "Basın toplantısında haddini bildirdim. Yok ağzının payını verdim!"
Ben de harbiden inandım. (Salak salak...)
Oysa... Hey yavrum hey...
En bi şeylisi, kuzu kuzu hakaret dinlemiş yaklaşık 40 dakika!
Kimini de, kuzu kuzu hakaret dinlemek kesmemiş, gitmiş bir de özür dilemiş!
Totalde bakıyoruz...
AK Partili eski Bakan, esmiş gürlemiş! Toplantıya katılan gazetecilerin gözünün içine baka baka defalarca, "BESLEME BASIN" ifadesini kullanmış!
Onlarsa kuzu kuzu dinlemiş.
Kimi, gıkını çıkaramamış, kimi de, yediği hakaret yetmezmiş gibi, üzerine bir de methiye düzmüş!
Oysa...
Biz de arşiv tutuyoruz. Kim nerede ne kadar? Kim sahada ne kadar? Kim, kimde ne kadar?..
Kim stabil! Kim, korkak! Kim, ne ayak!
Şunca hayal kırıklığı içerisinde (içimden gelmese de...) takdirim AK Partili eski Bakan Faruk Çelik'e gelsin.
Ben, kendisiyle yaptığım telefon görüşmesinde, "Meslektaşlarım, iş arkadaşlarım hakkında bu sıfatlarla konuşmaya devam ederseniz. Bu konuşma devam edemez!" Dedim.
O da bana...
"Bu konuşma ne ki? Ben bu söylemek istediklerimin hepsini, basın toplantısı yaparak, onların yüzüne söyleyeceğim" dedi.
Adam dediğini yaptı.
Ben, telefonda hakkınızda söylenenlere tahammül edemeyip arıza çıkardım!
Adam 40 dakika boyunca takır takır size BESLEME dedi! Hakaret etti.
Sizde, kuzu kuzu o ağır hakaretleri dinlediniz.
Kimi sonrasında, safa salağa yattı. Kimi de, toplantıda özür dileyip (tam iki kere) sonrasında da, Faruk Çelik'in bakanlık dönemine ilişkin bir nevi methiye yazdı.
***
Hasılı...
Enteresan bir dönem...
Biz de izliyoruz. Bakıyoruz.
Hakaret işitirken tam 40 dakika, elinde kalem çevirenleri...
Sonrasında gıkı çıkmayanları...
Arkadan atıp tutarken, Faruk Çelik'ten aynı toplantıda iki kere özür dileyenleri... (Kayıt var kapı gibi. Adam, elinde bilgisayar çıktısı, "Pespayelik!" diye itin ..ne sokuyor senin haberini! Vay vay vay... Akıl alır gibi değil sonrasındaki bik bik bik... Ben utandım. Oysa birileri, Lodos'un herhangi bir emeği-ürünü için pespayelik desin! Değil özür dilemek, uçarım üzerine. Sonuna katlanırım, ama uçarım.)
Hasılı, bu hikayeden, en STABİL Faruk Çelik çıktı.
Ben o telefon görüşmesinde atar gider yapınca, "Sen bekle Özlem Hanım. Bunların hepsini ben bunların yüzüne de söyleyeceğim" dedi. Ve söyledi...
Çelik bunları söylerken, takındığınız tutum da, her birinizin meşrebine kalmış!
***
Neyse...
Zaman zaman dost meclislerinde söylerim.
Ki, sevgili okurlarım da o meclise dahildir.
Valla, ben bir tek sünnet olmadım. Bir de askere gitmedim!
Ötesinde yarışırız...
Yazarın notu:
1) Eski Bakan Faruk Çelik'in, Bursa basınının yüzüne de, takır takır hakaret ettiği o basın toplantısı benim için milattır. O milat uyarınca yeni kararlar aldım. daha da alacağım.
2) Allah'ını seven, benim Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, hakkında yazdığım tek satır bir metne ulaşsın. Bana da ulaştırsın...
3) Yerel seçim gecesi, CHP'li RANT çetesinin mümtaz fertleri olan edepsizler, Mustafa Bozbey için, kaçandı diye göbek atarken, tek bir satır yazdım:
"Adam kazandı!"
O gün bugündür, ne hakaretiniz bitti, ne iftiranız!
Hay hay...
Gelin. Bu kentte RANT çetesine bir seçim yenilgisi daha aldırmak için sahadayım.
Hem sonra biri bana anlatsın...
FETÖ uçağından daha yeni ineceksin. Patronun olan müteahhidin çıkarları doğrultusunda yazı yazacaksın. AK Partili eski Bakan Faruk Çelik'in meftunu olacaksın. Öveceksin, edeceksin. Ama sen hep ve en SOLCU olacaksın?
Nasıl yani?.. (Ay bu ne güzel konudur. Daha çok yazılır hayırlısıyla..)
4) Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş'ı en son iki yıl önce görmüştüm. Diyalog yok. Konuşma yok. Görüşme yok. Ki, en son 10 Ocak gazeteciler gecesinde gördüm.
RANTTAN hazzetmem!
Müteahhit medyasında çalışmam!
Kent ve kamu yararı dışında kalem oynantmam!
Ama, Faruk Çelik sevenler ve övenler solcu!
Hey yavrum hey...
Önümüzde iki seçim var. Performans görelim. Siz, müteahhit medyasından ve AK Partili eski Bakan Faruk Çelik'ten yana ama SOLCU...
Ben, tek başıma ama Faruk Çelik ve müteahhit medyasının nazarında sola ihanet eden...
Kapışalım!
Razı ve hazırım.
5) İsmet Karaca'nın istifası ile boşalan il başkanlıgı koltuğuna oturan, CHP'nin KARACA güdümlü İl Başkanı Turgut Özkan'a jest yapmak istedim.
Kendisi Alevi, eşi türbanlı olan Avukat Turgut Özkan, (benim) eş durumumdan torpilliydi oysa... (Kolla diye rica vardı.)
Turgut Özkan, benden NEDAMET yazısı beklermiş meğer.
Vay...
Ki, ne vay!
Bilmiyorlar. Bilemiyorlar...
CHP Bursa'dır asıl nedamet etmesi gereken! (bu konuda bir yazı yazmak farz oldu!)
Bozbey, o türbanlı ve de Avukat İl Gençlik Kolları Başkanı'nı atatırken, seni ve türbanlı eşini hedef aldı.
Ah be Turgut'cum...
İsmet'e selamlarımı ilet.
Nedamet yazısı-tavrı bekleyen benim yıllardır.
Ben hem sana, hem de tesettürlü eşine destek olacaktım. (Kime ne?) kabilinden.
Seçime giden süreçte üzerinizde tepinecek CHP'li ulusalcılar. Laikçi teyzeler... Ve tüm diğerleri...
En iyisi benim gibi yap.
Dangalağın teki edepsizlik, hadsizlik etti.
Feleği şaştı!
Sen de şaşırt...
Bak ama, Müge Anlı repliği gelsin:
"Senin bir turizm firman yok. Yok... Bizi deli etme. Sen Leman'ın sahibisin İsmet... Barın var ve içki satarsın!"
Gerçek bu!
Turgut'cum...
Vaziyet epey paradoks di mi?
Hangi salak sana o aklı verdiyse papaz ol.
Toparlıyoruz. (Hatır gönül, torpil felan bitmişken...)
Sen Alevi bir il başkanı olarak göreve geldin. Ve eşin türbanlı! (CHP için büyük dert...)
Sen, RANT baronlarına karşı savaş açan ve ağır hakarete uğrayan bir gazeteciden, (haddini bil!) nedamet getirmesini istedin...
İsmet Karaca, Leman'in sahibi, sense onun yaveri!
Aksi halde, sekiz kere bana "belgeyle gel" dedin ya...
Avukat adamsın.
Hatta şöyle yapalım. Sen bana belgeyle gel Turgut?..
İsmet Karaca ve ailesi, "Güney'deki 30 yıllık köklü turizm yatırımları kapsamında kaç lira vergi ödedi? Madem köklü ve turizmci bir aile?
İftihar etmek istiyorum.
Leman falan hikaye...
İsmet Karaca'nın ailesi, köklü ve turizm işine yatırım yapmış bir aile?
Vergi levhası görmek istiyorum Turgut?
İlaveten...
Ben nedamet getirmem Turgut! Eş durumundan insanlık ettim. Hem ilk, hem de sondur.
En fazla, seçim sürecinde seni yok sayarım.
Hasılı şımarma!
Ha bir de, senin canına okuyacak CHP'liler...
Avukatlık sürecinde kimin listesinde, neden yer aldın?
CHP nere? Sen nere?
Güne, "stabil" ifadesini kullanan çok sevdiğim bir kardeşimle başladım...
Önümüz seçim!
Bense, hiç stabil değilim...