Cenk Çalışır, "Kelimelerin Gücüne İnanmak Gerek"

Polisiye romanların esaslı kalemi Cenk Çalışır, Lodos Haber'e konuştu...

Haber Giriş Tarihi:
Haber Güncellenme Tarihi:
https://www.lodoshaber.com

Polisiye romanların esaslı kalemi Cenk Çalışır...  

O benim çoook eski arkadaşım. Gazetecilik mesleğine birlikte başladık, birlikte koşturduk, hatta zaman zaman birlikte süründük.

Sonra...

Ben kaldım. O başka bir yol çizdi kendisine.

İyi ki yapmış bunu. İyi ki gitmiş gazetecilikten.

Şimdi karşıma, polisiye romanların efendisi ayarında bir yazar olarak çıktı.

Tamam, arkadaşım diye torpil yapasım var. Lakin, kitaplarını okuyanlar bilir, okuyacak olanlarsa ne demek istediğimi kesinlikle anlar.

Adam bariz iyi yazar.

İnsanların aydınlık yüzü yerine karanlık yüzünü ele almayı seviyor.

Yazarken en ufak bir törensel rutini ya da takıntısı yok.

İlham nerede ne zaman gelirse, orada o zaman yazabiliyor.

Sabaha karşı uyanıp kaleme sarıldığı da oluyor, kelimeler kumsalda üşüşürse zihnine, onları da pas geçmiyor.

Her kesimden binlerce okuru, hatta fanı var.

Özellikle kadın okurları, O'nun aşkı da çok iyi tarif ettiğini düşünüp arada aşk romanları yazmasını da istiyor.

Aradan geçen yıllar Cenk'i edebiyat alanında çok önemli bir kariyere taşımış.

Ama O hep aynı.

Zerre kadar şımarmamış. Kasmak yok.

Kibir nedir bilmiyor.

Ve fakat, ben bulmuşken atarım havamı:

Benim arkadaşım, polisiye roman denen alanın tozunu attırıyor.

Sevgili Cenk... Sen şimdi karşıma birbirinden başarılı dört roman yazmış, ciddi okur kitlesi olan bir yazar olarak çıktın. Sırf kıskançlığım yüzünden, gazetecilerin dalga geçtiği o tuhaf soruyla başlayayım: Neden polisiye roman?

Aslında polisiye dediğin zaman suç hikayesinden söz ediyorsun. Suçu insandan bağımsız olarak ele alamazsın. Suç, insanlar için tanımlanabilecek bir şey. Bir ceylanı yediği için aslanı suçlayamazsın. Suç farkındalıkla ilişkili bir şeydir. Belli bir yaşın altındakiler ve akli sorunu olanlar yasalara göre muaflar. Kişinin suçlu olabilmesi için yaptığı eylemin suç olduğunu bilmesi gerekiyor. Dolayısıyla, bile bile lades olayında gerçekten güzel öyküler var.

Ve bu senin ilgini çekti?

Evet. Bu insanın karanlık yönü. Edebiyatın derdi insanı anlatmaksa şayet, insanın aydınlık yüzünden değil de karanlık yüzünden ele almayı daha heyecanlı buldum. Hep şunu söylüyorum; adamın ya da kadının biri, bir kişiyi vurur ve karakola gidip teslim olur. Buradan bir hikaye çıkmaz. Çünkü o, anlık öfke patlaması sonucunda olmuş, pişmanlığı da beraberinde getiren bir eylemdir. Yapılacak şeyin suç olacağını ve karşılığında cezanın verileceğini biliyorsan, cezadan kurtulmak için de gerekli zemini hazırlıyorsan, burada bir karanlık vardır.

Sen planlanmış suçları seviyorsun. 

İnsanlara baktığınız zaman, senden, benden farklı değil. Çocuğunun öğretmenini, üst kat komşunu, yan dairendeki kişiyi, beraber iş yaptığın adamı, gazetede katil diye okuyabiliyorsun. Bu ilginç işte. Ben buradan beslenmeyi seviyorum.

Seni Rasnolnikov mu bu haale getirdi?

Aslında yazarlığa ve yazılanlara baktığınızda mutlaka bilinçaltının etkisi var. Bilinçaltın nasıl dolmuşsa onlarla beraber çıkıyorsun. Şu tartışılır; bir odada hayatını geçiren adam, kelime dağarcığını ve hayal gücünü geliştiremeyeceği için bir şey üretemeyecektir. Bu sadece edebiyat anlamında değil. Görmediğin bir ağacı da resmedemezsin. Dolayısıyla bizim yazdıklarımız, bizim birikimlerimizdir. Okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, bizi biz yapan her şeydir. Onları süzgeçten geçirip, kurguya aktarmaktır. En azından benim için böyle.

İlk romanın?..

İlk romanın altyapısı, eğitim anlamında yok. Edebiyat anlamında eğitimden geçmeden, masanın öbür tarafında okur olarak ne kadar biriktiyse ve ne kadar incelediysem o şekilde yazılmış bir hikaye. İçinde kullanılan teknikler de bilinçsizce, çok okur olmanın getirdiği birikimle yapılmış şeyler. Sonrasında Yılmaz Akkılıç Kütüphanesi'nde Nilüfer Belediyesi'nin yürüttüğü ortak bir proje vardı. Üstat Aykan Akdoğan'ın öykü ve yazım atölyeleri... Dört senedir hepsine gidiyorum.

Hikaye ya da roman yazmak öğretilebilir bir şey mi gerçekten?

Her şeyden önce okulu var. Tekniği olan bir şey sonuçta ve eğitilip öğretilebilir. Ama buradan çıkışla herkes yazar olacak diye bir şey yok. Yetenek mi diyelim, hamur mu diyelim?.. Senin içinde var olan bir şey ve eğitim onu geliştirmene, yansıtmana vesile oluyor. Ya da bunu daha iyi yapmanı sağlıyor. Yoksa, o hamur sende yoksa ne kadar teknik bilsen de yazacak bir şeyin yoksa o teknik havada kalacaktır.

Senin suçluların kimler? Ya da günahları ne?

Cinayet ve intikamdan insanları uyandırmaya çalışan, felsefi düşünceleri olan ama bunu psikopatlık düzeyinde ele alan karakterler de var. James Bond kadar başarılı ve şanslı salt iyi de var. Salt kötüler de var. Bunların yanında senin benim gibi tiplemeler de var. Öyküde kurgu neyi gerektiriyorsa o karakteri işliyorsun zaten.

Bu karakterleri oluştururken, suçlar işlenirken nasıl bir dünyaya giriyorsun?

Yazıyor olmanın keyfi bence orada. Satranç Cinayetleri'nin önsözünde de demiştim; aktörleri kıskanırdım diye. Bir gün doktor, bir gün Bond oluyorsun. Yazarken o karaktere bürünmen gerekiyor. Onun yaşadıklarını ya da kafanda kurduğun dünyanın içinde yaşadıklarını aktarman gerekiyor. O kıyafeti ne kadar iyi giyebiliyorsan, onu o kadar iyi kusabiliyorsun. O olmadan, onu yaratmak ya da kaleme almak çok kolay bir şey değil. Yapıyorsan da zaten o eğreti geliyor. O kıyafet sana dar gelmişse o kalem oturmuyor. Yazdığını sen de beğenmiyorsun ya da iyi bir eser ortaya çıkmıyor. O yüzden o adam, kadın, çocuk ve katil olmak keyifli bir şey.

Katil olduğun zamanlarda psikolojin etkilenmiyor mu?

Hayır. Hikayeyi bütün olarak ele aldığın için karakterin nerede, ne yapacağını sen planlıyorsun. O noktada kontrol zaten sende. Ama planlamadığın şekilde de gelişebiliyor.

Yazarken finalden korkmam

Doğaçlama oluyor mu?

Evet. Akarken su yolunu bulur gibi bir şeye de gidiyor kurgu. Çünkü benim romanlarım yetmiş, seksen bin kelimeden oluşuyor. Bu kadar kelimeyi önceden kurgulayıp, klavyenin başına geçip yazamazsın. Dolayısıyla parça parça gidiyorsun. Kafanda bir gelişme ve sonuç var belki ama çok da kemikleşmiş bir yapı değil. Aklına bir şey geliyor ve yan karakter bir anda ana karakter haline geliyor. Onu küçümsemiyorsun. Daha önce planlamadın fakat o karakter kurguya dahil oluyor. Bu o karakteri bambaşka yola sokuyor ve belki kitabın finalini bile etkiliyor. Bu içine sinmesi ile alakalı. Önce senin mutlu olman gerekiyor. Olayın okur kısmı sonra gelişiyor. Okurun beklentisine yanıt veriyor olmak başka bir şey. Önce benim kendi beklentime karşılık vermem gerekiyor.

Polisiyenin bir denklemi vardır. Olay ne ise, onu araştıran ekip ne biliyorsa okur da onu bilecek, suçlunun kim olduğunu bilmeyecek. Dolayısıyla son sayfaya kadar bunu ne kadar gizemli bir şekilde yürütebiliyorsan o kadar başarılısındır. Tersten mi yazıyorsun diye de sorarlar. Ben finalden korkmuyorum. Çok ele avuca sığmaz bir final için de yola çıktığım oluyor. Daha iyisini ilerde bulurum diyorum kendime.

Her katil mutlaka suç mahalline gidiyor mu?

Polis arkadaşlara sordum. Gideni de var gitmeyeni de var diyorlar. Bu herhalde hazırlanma ile ilgili. Öfke cinayeti mi, planlı cinayet mi?.. Eğer katil yapacağı eyleme hakim ise kesinlikle gitmiyordur. O daha profesyonel bir dünya ya da başka bir bakış açısı.

Bu süreçte kriminal kaynaklarla içli dışlı oldun mu?

Bir olay olmuş, oraya ilk kim gider? Olay inceleme mi gider? Cinayet masası ne zaman devreye girer? Savcı ne zaman gelir? Tüm bunları bilmen gerekiyor. Bunları bilmeden yazdığında kitap, iyi niyetli yazılmış bir polisiye oluyor. Polisiye dünyasından bahsedeceksen tüm bunları bilmen gerekir. Ya da mafyadan bahsedeceksen Omerta Yasası'nı bilmen gerekiyor. Eğer mafyadaysan iki defa hata yapmazsın. İlk yanlışında gidiyorsun çünkü.

Hadi bakalım, mafyayla da içli dışlı oldun mu?

Görüşmedim. Mafyanın kitaplarını okuduğum için biliyorum. Günümüz bilgi çağı. Arama motorlarına soruyu yazarsan her türlü cevabı bulabilirsin. Hapse girmiş insanların itiraflarının yayınlandığı romanlar, belgeseller ve televizyon programları var. Bunları takip ediyorum. Kriminolojideki gelişmeleri takip ediyorum. Dolayısıyla yazarlık benim için meslek ve bunları takip ediyor olmam gerekiyor. Eğer 2014 yılında, 2014 yılını konu alan bir romanı yazıyorsan, yılın teknolojisini de bilmen gerekiyor. 300 sayfalık bir romanda okuyucuya kim bu suçlu dedirtip, son iki sayfa kül tablasından DNA örneği ile suçluyu bulursan, bu çok acemice bir final olur. Çünkü bu polisin ilk yapacağı bir harekettir. Bu nedenle o çözümlemeyi iyi takip etmek gerekiyor.

Yazarlık sancıların, pes etmelerin oluyor mu?

Oluyor tabi. Kafanda kurduğunu kağıda aktarıyorsun ama iyi bir şekilde aktaramıyorsun ve vazgeçiyorsun. Ben yazdıklarını çok silen bir adam değilim. Sadece yazamadığım anlar oluyor. Bu nedenle yazdığım bir şeyi beğenmeyeceksem zaten yazmıyorum. İlk birkaç cümlede kendini gösteriyor durum. Orada inatlaşmıyorum klavyeyle. Başka bir şey yapıyorum. Uzaklaşıyorum.

Ritüellerin var mı? Işık, ortam, yazı masam vs. gibi?

Hiç yok. Törensel bir şey değil yazı yazıyor olmak. Benim masam, benim ışığım, arkada şöyle bir müzik, sessizlik gibi... Öyle bir kriterim yok. Klişelerim de yok. Kumsalda elimdeki kağıt kalem ile yazarım. Arabada giderken kenara çekip de yazabilirim. Çünkü aklına bir şey geliyor, evet süper diyorsun. Sonra o süper şeyi unutuyorsun. O duyguyu sevmiyorum. Çünkü seni heyecanlandırmış bir şey ve acaba çok hak etmiyor muydu diyorsun unuttuğunda. Neden o kadar çok heyecanlandım diyorsun. O yüzden kağıt ve kalemsiz pek dolaşmamayı tercih ediyorum. Eskiler çok doğru söylemiş, söz uçar yazı kalır diye. Bazen gece telefon ışığında kara kalem ile bir şeyler karalıyorum. Sabah kalktığımda notu okuyorum ve acaba ne demek istemişim diye kendime soruyorum.

Yazarken belirli bir rutinin var mı?

Yedi, sekiz ay falan sürüyor romanı yazmam. Bu bir kapanma olmuyor. Bazen bir günde 14 sayfa yazıyorum. Bazen 15 gün tek kelime yazmıyorum. Başka şeyler giriyor araya. İş, ailevi işler çıkıyor. Konsantrasyonun eksik kalıyor. Başka okuduğum bir kitaba çok endeksleniyorum. Araştırma faslına denk geliyorsun.

Ciddi anlamda psikolojik kitapları da takip ediyorum. Psikolojiyi bilmeden suçla ilgilenmek, suç üzerinden insanı anlatmak zor, kolay değil. Yeni merakım felsefe. Bu anlamda da kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Daha fazla zaman verip, çalışıyorum. Sonuçta sanatın bir termini yok. Sen makaleyi belli bir saate yetiştirmen gerekiyor. Senin zor tarafın şu, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki sen makaleye başlıyorsun, daha yazının ortasındayken ülkede gündem değişiyor.

Türkiye'de satmak için popüler olman gerekiyor

Bu ülke demişken, yazarlıktan hayatını geçindirecek para kazanılabiliyor mu?

Aslında edebiyattan para kazanmak kısa soluklu bir iş değil. Ne yazık ki Türkiye'de satmak için popüler olman gerekiyor. Bu senin, neye soyunduğun ile de alakalı. Yazarlık dediğin zaman ortaya çıkan eserlerinde best seller mi olacaksın,  long seller mı olacaksın yoksa az satıp sattığın kişinin başucu kitabı mı olacaksın?..

Senin hedefin ne?

Salt bir şeyin değil. Zehr-i Katil birçok kişi için başucu kitabı. Ben kitaplarımı bağışlıyorum ama Zehr-i Katil'i vermiyorum diyen çok kişi oldu. Bu kitap daha duygusal ve zihinsel bir kitap. Satranç Cinayetleri mesela, macera ve polisiye. Okurken şimdi ne olacak dediğiniz bir şey. Zehr-i Katil ise 'hadi ya', 'ben olsam ne yapardım?' Dedirtiyor. Onda bir aşk üçgeni var.

Kitaplarında aşk da var?

Var. Zehr-i Katil o yüzden farklı. Zehr-i Katil, long seller olabilir ama best seller olacak bir kitap değil. Satranç Cinayetleri best seller formatında bir kitap. Kan Yağmuru da aynı şekilde. Oyun İçinde Oyun kesinlikle çok satmaz.

Kısmetini kapama kitabının!

Öyle çünkü, Oyun İçinde Oyun tamamen edebi kaygılarla yazılmış bir kitap. İçinde üç kişinin hikâyesini anlatıyor. Roman, Kerem 1, Murat 1 gibi başlıklarla gidiyor. Sadece bir karakteri takip ederseniz, sadece o karakterin hikayesini okumuş oluyorsunuz. Ama benim sıraladığım şekilde okuyorsanız, romanın tümünü okuyorsunuz. 3 karakterin de hikayesi son iki bölümde birleşiyor. Bu aslında bir epinom tekniği. Türkiye'de çok kullanılan bir teknik değil. Polisiyede benden başka bu teknikle yazılmış bir kitaba denk gelmedim. Konuştuğum üstadlarda böyle dedi.

Edebiyatın üç boyutlu bir derinliği vardır. Kitabı okurken eser ben ağzı ile yazılmış ise kahraman sen olursun. Tanrısal bir bakış ile yazılmış ise sen kahramanın yanında olursun. Onun yanında olduğunu hissedersin. Her yere onunla girip çıkarsın. O konunun içinde ne kadar kalıyorsan, konu seni ne kadar yutuyorsa edebiyatı o kadar derin ve iyi anlatan bir kitap olur o. Ama Oyun İçinde Oyun'da ben bunu sürekli yırttım. Nasıl oldu bu? Yazarla kahramanı konuşturarak, diyaloglarda bunu yaptım. Dolayısıyla 'Hey bu bir kitap, tamam abartma çık dışarı. Sonra tekrar içeri alıp, hey çok içeride kaldın!' dedirten bir teknik. Murat'la yazarın diyalogları bu şekilde kurgulandı. Hızlı okuma teknikleri var biliyorsun. Yazmada da şöyle bir şey yaptım. Filmlerde olur ya; uçak, gişe, taksinin kapısı kapanır, otele gelir, kocasını yakalar gibi sahneyi beş saniyede görürsün. Bunun gibi yazılmış bloglar var mesela kitabın sonunda. Hızlı okumaya farklı bir teknik gönderip, araları sen zihninle doldur diyorum. Bunlar çok cesur denemeler. Çünkü polisiye okurunun beklentisi olan şeyler değil. Benim standart bir beklentim yok edebiyattan. Ben heyecan verici bulduğum her şeyi yapıyorum. Bunu yaparken kitaplarım insanlara ulaşıyor, beğeniliyor. Ben kendime yazıyorum sözünü de kabul etmiyorum.

 Kendini yazıyorsan biz niye okuyoruz?

O koca bir yalan değil mi?

Kendini yazıyorsan biz niye okuyoruz o zaman? Bilgisayarında dursun. Kitap oluyorsa, buna yayınevi para veriyorsa ve ticari metaya dönüşüyorsa iş, parasal bir beklenti de konuşuluyor demektir. Bunun da bir gereği var. O noktada hep edebiyatı oyun haline getirerek, ki o kitabın adı Oyun İçinde Oyun zaten adı üstünde. Edebiyatı bilenler 'Sen zaten kitabın ne olacağını ön sözünde bize vermişsin' dedi. Çok güzel bir kitap. Kimisi de final çok kısa bitti dedi. Bir 350 sayfa daha okurduk dediler. Kitabın anlamı o değildi ki. Kitap sana mükemmel bir final vaat etmiyor ki. Yazıyla değil öyküyle oynuyorum bu sefer demiştim önsözünde. Katmanları olan öyküler var içerisinde. Çünkü karakterin birisi İngiltere'de yaşayan bilgisayar mühendisi. Arkasındaki ise subliminalin ne olduğu, neler yapılabildiği, tarihte neler olduğunu anlatıyor. Bilgi çağının açmazları bunlar. Londra'da normal hayatını yaşayan bir insan günde 400 defa kameralara takılıyor. Bunları işleyen bir hikayesi var. Neresinden bakarsan, orası seni ilgilendiriyor aslında. Dolaysıyla Zehr-i Katil, Oyun İçinde Oyun ve Satranç Cinayetleri birbirlerinden kurgusal, edebi ve beklenti anlamında farklı kulvarlarda olan eserler.

Bazı yazarlar şunu söyler ya, "kitap bitti ve ben yalnızlığa düştüm." Öyle bir duygu oluyor mu?

Yok. Ben kendim olmayı sevdiğim için kahramanda çok takılı kalmıyorum. O kıyafeti eşim ve oğlum gelince çıkartıp asıyorum.

Okurların kimler?

Çok geniş bir yelpaze var. Zehr-i Katil genç kızlar arasında çok popüler oldu. Aşkın çok güzel tarif edildiği söylendi. Hatta itiraz edenler de oldu. Biz sizi neden polisiye yazarı olarak görüyoruz diyenler oldu. Siz aşkı çok iyi yazmışsınız diyenler de oldu. Şu anda sadece Türkiye sınırlarında kitaplar. Her yerden okuyanlar var.

Okurlarınla iletişim kuran bir yazar mısın?

Benim fan sayfam var. Cenk Çalışır adına. Onun haricinde Cenk Çalışır'a gelen tüm arkadaşlık isteklerini de kabul ettim. Sorusunu sorup, cevabını alarak çıkıp giden de oldu. Sayfayı sadece edebiyat üzerinden yürütebileceğim bir yer haline getirdim. Twitter ve Instagram'da yokum. Ama menajerim onların da olmasını istiyor. Kan Yağmuru öncesinde İstanbul'da bir ajans ile anlaştım. Ben sürekli İstanbul'da olmadığım için beni orada temsil edecek birileri olsun istedim. Bu işi daha profesyonel yürütmek istedim. Onların yönlendirmesiyle şu çalışmalar bittikten sonra Instagram ve Twitter'da açacağız.

Edebiyat olması için çatışma şart

Eşin, oğlun okuyor kitaplarını. Nasıl eleştiriyorlar?

Eşim zaten psikoloji mezunu olduğu için yazım aşamasında ondan çok yardım alıyorum. Oğlum genelde bittikten sonra okumayı tercih ediyor. Parça parça okuyunca heyecanı kaçıyor diyor. O yüzden o kitap haline gelince eline alıyor. Yazım sürecindeyken benim yokluğumu sineye çekiyorlar. Ben çok televizyon adamı değilim. Televizyondan izlemek istediklerimi de internetten izliyorum. Dolayısıyla onlar salonda takılıyorken ben yukarıda çalışma odama geçip, kendim takılabiliyorum. Bu yüzden o döngüye de alışıklar son dört senedir. Bir sorun yok.

Hangi yazarları kıskanırsın?

Osman Aysu, Ahmet Ümit gibi üstadları kesinlikle takip ediyorum. Emrah Serbes, Armağan Tunaboylu severek okuduğum adamlar. Yabancı yazarları da takip ediyorum. Onlar daha çalışkanlar sanki. Bakıyorum da, Stephan King senede iki kitap falan çıkartan insanlar.

Stephan King'i nasıl buluyorsun?

Gerilim ustası. Stephan'ın kitabı için 'Hava karardı, ben de bıraktım kitabı' diyen çok insan var.

Hayatımı yazsam roman olurdu diye düşünen herkes yazar olabilir mi sence?

Edebiyat bu değil; aklımda güzel bir hikaye var. Hayatımı yazsam roman olur. Bu da değil. Edebiyat olabilmesi için bir kere çatışmanın olması gerekiyor. Ali Ayşe'yi sevdi, Ayşe de Ali'yi sevdi, evlendiler. Bu nedir? Bundan edebiyat çıkmıyor. Bir kırılma noktası olması, bir çatışma olması gerekiyor. Bir şeyin nasıl olduğu, seni nasıl etkilediği, bu andan itibaren sen tavrını değiştirmediysen, senin için nereye gitti? Onu çok iyi irdeleyebilmen ve işlemen gerekiyor. Bizim enstrümanımız kelimedir. Zaten beyin kelimelerle düşünür ve kendini ifade eder. Kelime haznen ne kadar güçlüyse iletişimin o kadar güçlü olacaktır. Kelimelerin yeterli gelmediği yerde kas gücü devreye giriyor. Ben hep oğluma da bunu söylüyorum. Bizden sonraki neslin her şeyi konuşarak çözmelerini istiyorum. Bunun farkında olmalarını istiyorum. O yüzden kelimelerin gücüne inanmalarını istiyorum. Kendilerini güzel ifade etmelerini istiyorum. Yazar olmak isteyen arkadaşların da bu gücün farkında olmaları gerektiğini düşünüyorum.